MEMLEKET Mİ YILDZLAR MI GENÇLİĞİM Mİ DAHA UZAK ?

Niçin doğduğu yeri unutamaz insan? 

 Bilmem gecenin kaçı, karanlığın içinde telefonun yüzüme vurduğu ışık kadar görerek yazıyorum. 
Eski zamanlar gibi değil , mummuş, kağıtmış ya da mürekkep, bunların hiç birine ihtiyaç duymadan da yazıyor insan.  Yazıyor ancak  ne murekkebin kağıtla buluşurken ki dağınıklığı ne de kağıdın ıslanan yazıyla buluşmasında ortaya çıkan anlam. Herşey anlamını yitiriyor ya da değişim olan biteni kendi içinde baskalaştırıyor,  bu başkalaşım yeni bir şeyi doğururken , eskiyen ölüp kayboluyor. 

Gecenin bilmem kaçı ,  yatağımda derin bir uykudan  bir kaç santim uzakta karanlığın içine bakarak, uykuya dalmak isteği goz kapaklarima onlarca ağırlıkta bir baskı ile uyu artık dedikçe,  aklımda o derin soru tekrar tekrar belirip duruyor.

Kafamin içinde beliren bu soru yıllar önceye götüren bir videodan kaynaklı olsa gerek diye geçirdim aklımdan. Duyduğum bir ölüm haberinden belkide.  Sonra o çocukluğumda kahvesinde masa aralarinda gezindiğim Karagözün kahvesini , bahçesini ve bahçesinde oturan köy insanlarını getirdim aklıma. Hangi ağaç neredeydi, kimler otururdu altında kimler kimler, her biri tek tek canlandı karanlık odamın duvarında.  

O zamanlar  çocuktuk, köy halkı geçimini tarım ile sağlar, toprağı olan gününü tarlalarda geçirir hayvancılıkla uğraşanlar da ahırlarında akşam ederlerdi. Herkes mutluydu küçük dünyasında.  Yine o zamanlar tanri bereketini çekmemişken üzerlerinden , herkes bir birine ikramda yarışırdı.

 Hiç fakirlik yok gibiydi. Yokluk vardı ancak biz varlıktan haberdar olmadığımız için yokluğun ne demek olduğundan da habersizdik. 

Sabah kahvehanede karagozun demledigi çaylardan bir kaçıyla, yukarı dediğimiz o kadar da uzakta  olmayan fırından alınan açık ekmek, tulum peyniri yada gemlik zeytiniyle kahvaltı yapanların yanına yancı olur, masada arta kalan ne varsa yer bitirirdik. 

Gün böyle başlardı o kahvede, o  kahve ki hayatimizin şekillendiği ve tüm siyasetin ve dedikodunun neşenin ve kahkahanın  döndüğü dünyanın en guzel yeriydi çünkü o zamanlar dünyamız  o kadardı ve  geri kalanı henüz  yaratılmamıştı. 

Zamanın da köy yerlilerinden değerli şahsiyetlerin emekleriyle kanallar kazılarak  getirilen su Karagözün kahvesinin önündeki bahçeden geçer orada oluşturulan suni küçük bir havuzda biriktirilen suyla da havanın en sıcak zamanlarında, hem insanların hem de ısınan yerin harareti alınsın diye yerlere serpistirilirdi. Yer, kurak  toprağın su ile buluşmasındaki o doyuma ulaşınca serinlik verir ve serinlikte içilen çayın değeri daha bir artardı.

Ver bir demli çay da İçek, 
bu sözü belki binlerce kez duydum , yıllar sonra kafamda , doğduğum yerden bu kadar uzakta , bu sözü aklıma getiren şey neydi? Neden unutamıyor insan doğduğu yerleri ? 

Olgunlaştıkça insan , köklerinden ne kadar uzakta da olsa  doğduğu yerler hep kalbinin bir tarafında açığa çıkacağı ana kadar duruyor  farkında olmayarak. Farkında olmadan diyorum çünkü farkındalık bir bilinç durumu olduğundan bu özlem insanin arada sırada içinde duyduğu bir hissiyat oluyor. Bazen yağan yağmur sonrası toprağın getirdigi koku bazen de rüzgarla gelen bir hissiyat bu. 
Her nasıl isimlendirsek de o şey insanın kalbinin bir kenarında hep ben burdayım diyip duruyor. 

Kahvenin önünde , gündüze  gebeyken gece, hafızın okuduğu sabah ezaniyla birlikte teker teker görünürdü köylüler.  gözlerde uykunun mahmurluğu  "ver bir demli çay da İçek " derdi , demli olması şarttı ve açık çay hiç kabul gormezdi. kimse açık olan su renginde dem tutmamış  bir caya parada  vermezdi. Çayın demlisi makbuldu yemeğin acılısı, tütünün serti.

Sarılan sigarayla birlikte çekilen ilk firt, bir yudum çay Mahmur gözleri cin gibi etmeye yeter artardı bile. 
 kahvenin bitişiğinde  şişko bekirin dükkanı ve oğlunun hiç bitmeyen eğitim serüveni, hacı emmenin baklalı ve sonrasında damadının bakkalı devir alışı, necmettinin kahvesi, zeki'nin dükkanı , Mamoş abinin terzi dükkanı ve sonrasında manavı , gindik Ali'nin fırını ve sürekli el değiştiren yukarı kahve.hoslu berberin makas sesleri, Tadikli nihatin bakkalınin önünde yelek ve salvariyla oturusunu,  halitin girişimci ruhuyla herşeyin olduğu marketi.
Köy bu kadar di ama hiç bir yer karagozun kahvesi kadar değerli değildi.
Kahvenin önünde ki söğüt ve kavak ağaçları , dilleri olasydi da anlatsaydilar, kimler geldi ve kimler geçti diye. 

Ancak o güzelim ağaçların da ömrü bir insanın ki kadar oldu. Çünkü bir başka insan değişime ayak uydurarak bütün hayallerimizi , bütün çocukluğumuzu kepcelerle bilmem hangi çöplüğe taşıdı taşıdı ve geride beton yığınları kaldı. Beton yığınları ki kapitalist dünyada hep bana diyen bir neslin çocukları sahiplendi o ruhsuz yapıları ve onlar artık hatırası olmayan insan kümesleri olarak bir mezarligi andırıyor gözümde.  

Her gidişimde  eski olanı görerek bakıyorum o yerlere ve bir umut neseleniyor kalbim,  bazen gülümsüyorum ellerinde terlikle  masaların etrafında gözleri yere bakarak dolaşan bir garip çocuğun koştuğunu görüyorum. Dolanda gel değişini duyuyorum Arif begin ve Akıllı tamerin sahipsizlikten deli oluşunu annesinin feryatlarini duyuyorum kahvenin ortasında,   ,  henüz beyaz atlara binip terk etmemisken o değerli insanlardan biri diyor ki;  Cüneyt get pınardan teze su getir de İçek. Tabı diyorum, kaptığım gibi surahiyi bir yandan doldurup bir yandan küçük avuclarimla içiyorum suyundan.  

Benimkisi ayrılık değil küskünlük belki de. Hiç var olmadan gectigim o yerde hiç var olmaya ihtiyaç duymadan izliyorum. Suskunluğum cahilligimden değil okumusluğun erdemliğinden. Gecen zamanın caresi olmadığını bildiğimden,...uzakta da olsa  niçin kopamaz insan doğduğu yerden, cevapsız kalan sorunun felsefesinde gizli bir sır bu. Bu sır ancak ta uzakları, dağların ötesini geçip orada kalmışlarin hissedebilecegi,  cevabi olmayan bir sorudur bu.        İspanya günleri  19/08/2022 Isın Hikmet Cüneyt

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İTİRAFLARİM KİTAP İNCELEMESİ TOLSTOY

Varlık ve yokluk ilişkisi

UYKU ALEMİNDE BİN FERSAH