Salyangoz
Karanlığın içinde umutsuz yolcuya ışık misali Güneş, yüce dağların ardından değil yüksek ve biçimsiz kulelerin ardından henüz göstermişti yüzünü. Gecenin tüm yükünü omuzlarında hisseden Kadir, dünün altısından bugünün sabah sekizine kadar o küçük büfede, bir ekmek arası döner ya da sıcak bir tas çorba satarım diye gözlerini bir dakika dahi kırpmadan sabaha kadar çalışmış işin günlük hâsılanı teslim edeceği ablasının gelmesini beklemişti. Bu arada kapının hemen önündeki çiçekleri de sulamıştı.
Bir ara güneşin ışınlarını hissedebilmek için büfenin önüne çıktı. Yüzünü güneşe döndü ve gözlerini kapadı. Günesin ışınlarını vücudunda hissederken, çocukluğunda babasının inekleri için hazırladığı otlardan yapılmış kurumuş örgülerin üzerine uzanıp nasılda dünyanın bütün telaşından uzakta cennette bir hayat yasamış olduğunu hatırladı. Zaten rüzgârın merhametli eli, güneşin anne sıcaklığı ve yağmurun kokusu sonbaharın bindir çeşit renkleriyle ruhuna işlemişti.
Önünden geçen bin bir telaşla işlerine yetişmeye çalışan insanlar, trafikte sıkışmış ve bu sıkıntısını korna çalarak yansıtan araçlar ve sürücüleri. Geldiği yerdeki insanların böyle telaşları yoktu. Toprak, insan ve hayvan kendi içinde bir anlaşmaya varmış gibi hiç biri ötekinden ihtiyacından fazlasını istemiyordu. Babası sabah uyanınca ineği yemliyor, inek ona süt veriyordu. Baba toprağa su veriyor toprak ona arpa buğday veriyordu. Daha çok kazanayım derdi yoktu babanın. Bu günde aksam oldu deyip yediğine içtiğine şükür ediyordu. Babasının bir yılda kazandığını büfede bir ayda kazanıyor ancak yedikleri ekmek annesinin sac üzerinde pişirdiği ekmeğin tadını vermiyordu. Yoğurt aynı değildi, su aynı değildi, toprak yoktu ayaklarının altında. Her şey taştı kalplerde dahil.
Bazen kendi kendine düşündüğünde ne olur ki diyordu çok fazla sıkışırsam benim geri dönebileceğim bir köyüm var, Annem var babam var ve birde ineğimiz. Ablasının sesiyle irkildi. Gözlerini açtı ve ablasının seslendiği yöne döndü.
Kadir: bacı geciktin.
Gülsüm: ne gecikmesi oğlum ancak iste hadi sen git yat.Çorba içtin mi?
Kadir her sabah olduğu gibi:Evet evet içtim. Para kasanın altında pek iş yoktu bu gece. Ben caminin tuvaletine gidiyorum
Gülsüm: ne diye oraya para veriyorsun eve git işte.
Kadir,ablasına gülümseyerek, tek özgürlük alanı 300 metre yolu sadece tuvalet için gitmediğini, geceden sabaha kadar o küçük büfede nasılda oturmaktan, ayakta durmaktan yâda beş metre içinde volta atmaktan yorulduğunu, güneş altında biraz yol yürümenin onu nasıl mutlu edeceğini söylemek istedi. Ablasının gözlerine baktı ve uyku ile uyanıklık arasındaki bu ince çizgide hiç bir şey söylemeden yoluna devam etti.
Yol dediğine bakmayın siz öyle dağların, derelerin kenarında ya da ağaçların arasında bir yol değildi bu, bu yol hastane karşısında işlek bir ana yolun hemen yanındaki bir yaya yoluydu. Başını önüne eğdi güneşi ensesinde hissederek çocukluğundan edindiği bir alışkanlık olan adımlarını sayarak yürüdü. Araçların korna sesleri onu hiç rahatsız etmiyordu. Rüzgârın ağaçların dallarıyla oynaşmasından dolayı yaprakların çıkarttığı hışırtı ve serçe sesleriydi onun duyduğu ve insanların fısıltıları.
Yolu yarılamıştı sağdaki cami yoluna girdi bir kaç adım daha yürüdü ve yerde birilerinin fark etmeden ezebileceği küçük mini minnacık derisi güneşin ışınlarıyla parıldayan kabuksuz bir sümüklü böcek gördü. Anlık bir olaydı. Durdu,etrafına bakındı. Sümüklü böcek kaldırımın tam ortasında sanki hep ordaymış gibi ardında hiç iz bırakmamış olarak duruyordu. Kadir sağına baktı orada diz boyunda bir duvar ve ardında inşaat artığı olan çimento yığını vardı. Eğer sümüklü böcek bu yolu seçerse dedi kendi kendine duvarı aşsa bile, ardında ne olduğunu göremeyeceğinden çimento yığını arasında yiyecek bir şeyler bulamayacağından ölür. Soluna baktı orada her dakika onlarca aracın geçtiği bir yol vardı yolun ötesinde ise park ancak böyle bir yolu aşmak kendisi için bile tehlikeli iken sürünerek giden bir canlının karşıya geçmesi düşünülemezdi bile.
Sümüklü böceğin biraz ilerisinde boş bir sigara kutusu duruyordu eğildi ve aldı. Sigara kutusunun kâğıdını içinden çıkartıp onunla yerdeki sümüklü böceği kavradı ve geri döndü. Yolda elinde tuttuğu şey her ne genç ve güzel hanımların, kızların yanından geçerken onların midelerine dokunsa da aslında kimileri için ise pek değerli bir yiyecekti.
Bunu küçüklüğünde ayakkabı boyacılığı yaparken öğrenmişti. O zamanlar köyde kurnaz bir adam her sonbahar olduğunda bütün küçük çocukları kilogramı şimdilerde 50 kuruşa almak kaydı ile salyangoz toplattırırdı. Kadir ve arkadaşları yağmurlu havalarda küçük yaslarına rağmen para kazanmak amacıyla hasatı yapılmış üzüm bahçelerinde ya da sınırı belirlemesi amacıyla ekilmiş çalıların altında ki nemli yapraklar arasında kilogramlarca salyangozu toplamış ve satmış olduğundan salyangozları iyi tanıyordu.
Büfeye ulaştı bir kaç saat önce suladığı çiçekliğin önünde durdu. İçinde onlarca çeşitlikte çiçeğin bulunduğu çiçekliğin en güzel yerine elindeki sümüklü böceği bıraktı. Ve aklında sanki çocukluğunda zengin sofralarına servis ettirdiği bir sümüklü böcek nesline vefa borcunu ödercesine gururla; bırakayım da burada cennetini yasasın dedi ve gitti.
Aradan bir kaç gün geçmişti. Kadir sümüklü böceği unutmuş ve her zamanki gibi devirli çalıştığı büfede işinin başındaydı. Zaman gece yarısını geçmiş günün yorgunluğu kendisini hissettirmeye başlamıştı. Bu gece pek gelen giden de olmamıştı. Havalardan diye düşündü. Büfenin önünde ki bir kaç masayı temizledi biraz ilerden bir Müşterinin büfeye doğru geldiğini görünce bu Müşteri kesin yemek yer diye içinden geçirdi. Böyle düşünmesinin nedeni neredeyse yıllarca bu isin içinde olduğundan haliyle artık acıkmış olan kişileri de tanıyordu. Müşteri geldi ve tam büfeye giriş kapısının önündeki masaya oturdu.
Kadir: buyur ağabey dedi.
Müşteri: bir yarım tavuk ver de yiyelim
Kadir: yanında pilav olsun mu ağabey ''pilavım taze''
Aslında pilavı taze falan değildi. Amacı bir kaç kuruş daha fazla kazanabilmek için pilav da satmaktı yoksa pilav günde bir kere oda sabah erkenden ablası geldiğinde pişirilirdi. Hem gecenin bu saatinde hizmet sunan bir büfe bulmak bile Müşteri için iyi bir şanstı.
Müşteri: İyi o zaman ver bakalım
Kadir: Ayran ister misin ağabey
Müşteri: Hele tavuğu getir bakarız.
Kadir içeri girip bir servis tabağı aldı. Ayranı satamadığına üzüldü. Gecenin geç saatinde yağlı tavuklara dokunmaktan hiç hoşlanmasa da cağa takılı tavuklardan birini aldı ve hemen makinenin içinde tavuk kesme makasıyla ikiye böldü. Bir yarısını servis tabağına aldı ve öteki yarısını orada bırakarak Müşterinin önünden geçip büfeye girdi.
Çok elektrik gitmesin diye tavuklar piştikten sonra makine kapatıldığından tavuk soğuktu. Mikrodalganın kapağını açtı tavuğu içine koydu ve kendinden emin bir biçimde mikrodalganın zaman ayarını beş dakikaya ayarladı. Kendinden emindi çünkü bu onun bildiği bir şeydi. Buzdolabından pilav tenceresini aldı birbirine yapışık duran pilavları kasık yardımıyla ayırdı, üçüncü dakikada pilavı hafif ıslatarak tavuğun yanına koydu. Tabağı tekrar mikrodalganın içine bırakıp son iki dakika'ya ayarladı. Ekmeği doğradı, peçeteye sardığı bir çatal bıçağı da alarak masaya bıraktı.
Müşteri: nerde kaldı kardeşim dedi.
Kadir bu sorulara alışmıştı birçok kez aceleci müşterileriyle bas etmiş ve bu ikili mücadelede baskın taraf olarak müşteriyi mahcup duruma düşürmenin ilginç mutluluğunu yasamıştı.
Kadir: Geliyor ağabey
İçeri girdiğinde Mikrodalgayı açtı tabak bile sıcaktı.
Tavuğun ve pilavın üzerinde buhar dans ediyordu. Biraz kekik ve pul biberi karıştırarak tavuğun hemen yanına koydu.Ve yemek müşterinin önünde.
Kadir: Afiyet olsun ağabey. Ayran vereyim mi? İyi gider şimdi yakmasın.
Müşteri: ver hadi ver.
Kadirin yüzünde ilginç bir gülümseme belirdi. Müşteri Bu durumu herhalde başka eğlencesi olmayan birinin bulunduğu ortamdan zevk almak için kendince oluşturduğu oyunlar diye düşündü. Zaten ayranı da seviyordu. Hem gecenin bu saatinde yediği bir şeyin tazeliğine ne kadar güvene bilir diki ayran panzehirdi işte.
Kadir kapının eşiğine sırtını yaslamış, çevik bir askerin komutanından alacağı emri hemen yerine getirmeyi bekleyen bir asker edasıyla müşterisinden gelecek başka bir isteği beklerken çoktan zihninde çocukluğundaki güzel günlerine giderek meyve ağaçlarının arasında nasıl kardeşiyle oyunlar oynadığını hatırladı. Kardeşiyle paylaştığı vişne ağaçlarının en tepesine kuşlar gibi tüneyerek vişne yediği günler. Kayısı ağacının altındaki haymenin tepesinde uyurken ablasının kendisine ve kardeşine anlattığı masallar ve bazen rüzgârın etkisiyle ağaçtan yanı baslarına düşen kayısıları yemeleri.
Müşteri tavuğu bitirmişti ve sanki inadına sen bana kemikleri koymam için tabak vermezsen böyle olur dercesine tavuğun kemikleri masanın üzerinde dağılmıştı. Kadir masaya yaklaştı peçetelikten bir peçete aldı ve onunla tavuk kemiklerini Müşterinin bitirmiş olduğu servis tabağına doldurdu. Masanın köşesinde duran pirinci silmek içinde uzandığında hemen soluna bir adım attı ve bir şeyi tepeledi. Ancak pek dikkatte etmedi elleri doluydu ve kemiklerden biri sandı.
Müşteriye dönerek
Kadir: cay içermişin ağabey
Müşteri: tazeyse ver, şirketten mi?
Kurnazca bir soruydu. Zaman gecenin yarısını çoktan geçmişti ve tek basına çalışan bir garson aşçı bulaşıkçı siz her ne ile sıfatlandırırsanız, taze çay bulundurma imkânı ne olabilirdi. Aslında imkânlı bir şeydi. Kadir şehirli insanın kahve kültürüne ayak uyduramadığından her daim çay içer ve bunu da taze içmeyi tercih ederdi. Müşteriye baktı ve bedava olacağından taze değil diye bilirdi ancak gülümseyerek ve içinden tekrar gelir diyerek
Kadir: tabi ağabey bir cayın lafımı olur.
İçeri girdi tabaktaki peçete ve kemikleri çöpe attı. Tabağı küvete bıraktı, çayı doldurdu ve içerden müşteriye seslendi
Kadir: kaç seker ağabey
Müşteri: üç seker, bardak büyük mü?
Kadir çayı getirmiş ve Müşterinin önünde elinde bardak durdu bardağı görünce
Müşteri: Ben ajda bardağı sandım iki yeter buna deyince
Kadir: biz küçük bardak kullanıyoruz ağabey, hem daha sıcak hem ince belli olmalı
Çayı müşterinin masasına bıraktı. Müşterinin masasındaki peçetelikten bir peçete aldı ve yerde tepelediği şeyi almak için eğildi. Yerde ezilmiş bir sümüklü böcek vardı. Kadir şaşırdı ve hemen aklına geçenlerde kurtardığını sandığı ve cenneti yasaması için getirdiği çiçeklikteki sümüklü böcek geldi.
Bu o olamazdı çünkü niyeti ona güzel bir hayat vermekti. Kazara da olsa öldürmek değildi. İlginç bir bicimde müşteri ne olduğunu anlamaya çalışırken Kadir sümüklü böceğin lambanın ışığıyla altın renginde parlayan ardında bıraktığı izi fark etti ve onu takip ettiğinde gördü ki hayat kendisine ilginç bir oyun oynamıştı. Kurtarmak istediği sümüklü böcek başka bir zamanda başka bir yerde onun ayağı altında can vermişti. Nasıl bir anlam çıkartmalıydı bilemedi ancak bu hikâyeyi de hayatı boyunca unutmadı.
Hikmet ISIN
Yorumlar
Yorum Gönder