Rüzgarla Gelen
RÜZGARLA GELEN
Bu gece Jemma el Fna meydanına bakan modern bir restaurantın terasında insan boyunda dizilmiş camın arkasından meydan da olan halka ve onların meşguliyetlerine bakarken, cam geçmiş ile geleceğin arasında ki ince çizgi gibi.
Kızaran etlerden çıkan duman bütün alanı kaplıyordu, hep aynı ritimde bir müzik, çevresinde ki insanları eğlendiriyordu. Müzisyenler müziğin ritmini artirdikca başındaki festen sarkan ve kulak memesine uzanan püskülü başının üzerinde ustalıkla pervane gibi sallayan yaşlı, genç karışık bir grup, halkın ilgisini çekmeye çalışıyordu. İzleyicilerden bazıları vücutlarını oynatarak müziğe eşlik etmeye çalışıyor, bazılarıysa tepki vermeden göstericileri izliyordu.
Meydan yüzlerce yıllık bir tarihin izlerini sürdüren meyve suyu satıcıları, dilenciler, kına yapan kadınlar, çerezciler, masal anlatıcılari, falcı koca karılar, büyü yapan, büyü bozan adamlar, yılan, maymun, guvercin terbiyecileri, kandil satıcıları, daha kimler kimler, ceplerine bir kaç Dinar daha doldurabilme telaşıyla ellerinden geleni yapıyorlardı.
Duman meydanın üzerini kaplamıştı, buram buram baharat kokusu oturduğumuz yere kadar geliyordu. Kutubiye camisinin minaresinden bir kaç güvercin havalandı, gecenin karanlığında kaybolup gittiler, gözlerim ay' a ilişti, bir ara baka kalmışım, çocukluğumda ki gibi diye gecirdim içimden, hem burası Afrika'nın kuzeyinde bir şehir olsa da, annem şimdi şu anda Elazığ da evinin balkonundan, bakıştığım bu ayı görse , bakislarimiz aynı yerlerde buluşurdu.
Neyse ki bir tek gökyüzü kaldı insanların dokunamadigi , yoksa onu da kirletirlerdi diye geçirdim içimden, ayın bu kadar uzak olmasına da sevindim sonra, gökyüzü, çocukluğumdan bu yana değişmeyen tek gerçek olan şeydi. Ne zaman sıkılsam şehrin kalabalıklarından, gitmek istesem uzaklara, başımı kaldırır, gözlerimle en güçlü bulutu yakalar, takılırdım peşine gidebildiğimiz kadar uzaklara giderdik birlikte.
Bazen o bulutlar bana bilmediğim masallar anlatırlardı, bilmediğim kıtalardan şarkılar, bilmediğim topraklardan kokular getirirlerdi. Jemma el Fna meydanında ki hiç bir koku bana bu rüzgarların getirdiği kokular gibi değildi, bu meydan binbir gece masallarinda ki gibi Şehrazatın, Fars kralı kocası Sehriyarı oyalamak için anlattığı masallar kadar aldatıcı ve gizem dolu, her adımda kolunuzdan yapışan birileri ya size birşeyler satmak , ya da size birsey satmadan dilenmek istiyorlar.
Canlı renkleriyle meydan sanki gizemli bir büyünün etkisinde kendisini hergun tekrarlıyor, ve bu büyü Marakeş in neresinde olursanız olun , karanlıkla birlikte sizi , kendisine çağırıyor.
Belki de bu yüzden üçüncü günümüzü geride bırakırken üç gecenin her sonunda bu meydan da bulduk kendimizi, bütün yollar Jemma el Fna' ya çıkar demiş olmalı birileri, ancak zaman Faslı için pek te adil davranmamış , müslüman bir ülke olmadan öncesinde ve sonrasında da bir çok işgal altında kalmış, zaten bunuda bir kısmı cetvelle çizilmiş haritalarında görmek mümkün, şimdilerde bile azı İspanyol, çoğu Fransız sömürüsünde. okullarda Fransızca, eğitim dillerinden biri, halkın ikinci dili Fransızca, Osmanlı'nın son dönemlerinin Fasta ki tekrarı gibi. menüler, bildiriler biletler ve daha bir çok şey.
Dağlık bölgelerde yaşayan Berberi halk, Fasın asıl yerlileri, sonrasında Araplaşan halk, şimdilerdeyse Fransız . Berberiler toplumun kültürel öncüleri. Müzelerdeki tarihi eşyalar, restaurantlarda ki bir çok yemek yine Berberi kültürüne ait.
Restaurantin bir kaç ışığının sönmesiyle, eşim hadi kapatıyorlar dedi.
Garson elinde hesap defteriyle masaya geldi, eşimin sözlerini desteklercesine, önce Fransızca kapatıyoruz dedi, sonra İngilizce tekrarladı sözlerini.
Biz tekrar Jemma el Fna meydanında bulduk kendimizi, uzaklardan atlas dağlarının getirdiği rüzgar, meydanda ki tüm kokuları bir birine karıştırıyordu, kapadım gözlerimi, Esen rüzgarın anne şevkatiyle dokunduğu bedenimde huzur zihnimin en derin köşelerinde kendisini güzel bir hatıra olarak hapsetti.
El kutubiye camisinin hemen önünde bekleyen taksicilerin bir kaçıyla, taksimetre açıldığında 20 dirheme gidilecek otelimiz için sıkı bir pazarlığa giriştim. Üç günlük misafirler olarak artık kandırılmak pek hoşuma gitmiyordu, çünkü ilk gün elli, ikinci gün otuzbeş, bu günse yirmi dirheme anlaştım, yolu karıştıran taksiciye, yolu tarif ettim,araç radyosunda Arapça şarkılar çalıyordu, biz rahatsız olmayalım diye müziğin sesi oldukça kısıktı, radyonun sesini açtım, şoför gülümsedi, tek kelime etmedi, aramızdaki engelin dil olduğunu biliyordum yoksa taksicilerin anlatacakları hikayeler , kervansaraylarda ateşin etrafında toplanan yolcuların hikayeleri kadar çok ve belki de daha keyifliydi.
Surlarla çevrili şehrin kuzey yakasına düşen otelimiz, Palais Soleiman'ın hemen yanında ki Bouy Bab L'Ayadi adlı kapıdan girildiğinde daracık sokakta sağda ki ikinci kapıydı. Araçtan inerken sürücünün giriş kapısının dışında bir kaç kadın oturmuş kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Bizde tam kapıdan içeri girdik daha bir kaç adım atmıştık ki kadınlardan biri bağırarak arkamızdan koşarak geldi, eşim de bende gecenin bilmem kaçında ardimizda bilmediğimiz bir dilde aniden bağıran bu sesten korktuk. Kadın bizim korktuğumuzu hissedince , pardon dedi , aynı biçimde bağırmaya devam ederek yanımızdan hızla geçti. zannedersem daha önce yanlarından ayrılan birini çağırıyordu, Eşimin aşırı tepkisini ikinci günde akşam uzeri başımızdan geçen ilginç bir olaya bağladım, olay şöyle gerçekleşmişti. Her zamanki gibi güzel bir kahvaltıdan sonra otelimizden ayrılarak Balat benzeri yerlerden şehrin merkezine doğru yürüdük, bir çok yeri ziyaret ettikten sonra şehrin ünlü saraylarından biri olan El Badi sarayını da görmek istedik. Sarayın yakınlarında bir şeyler yedikten sonra Bab Berima Kapısından geçip yolun karşısında tahtadan bir çitin arkasında duran bir askere El Badi Adlı sarayın nerede olduğunu sorduk. Asker az ingilizcesini Fransızcayla karıştırarak bize sarayın kapalı olduğunu söyledi. yarın saat sekiz den akşam dört buçuğa kadar sarayı ziyaret edebileceğimizi de ekledi. Asker cümlesini tam bitirmişti ki hemen önümüzde yirmili yaşlarında bir çocuk belirdi, bir yetmiş boylarinda, zayıf biriydi. El Badi hem kapalı hem tadilat var dedi, teşekkür ederim dedi eşim, çocuğun duruş pozisyonu, mendil kapmaca oynarken, mendili kapmaya çalışan kişinin gitme hazırlığında ki duruşu gibiydi, tenimin renginden olsa gerek, Faslı olup olmadığımı sordu. Ben de ona Türkiyeli olduğumu ancak İspanya da yaşadığımı söyledim. Eşim çok iyi İspanyolca konuşuyorsun dedi, çocuk evet, üniversite de İspanyolca öğreniyorum ancak çok pratik yapma imkanımız da olmuyor, sizin ispanyolca konustuğunuzu duyunca yardım etmek istedim dedi. Teşekkür ettik bizde.
Cocuk bize buraya kadar gelmişken öteki sarayı görmek istemez misiniz diye sordu. Bir yandan da geldiği yöne doğru döndü ve yürümeye başladı biz de onunla beraber yürüdük, çocuk hızlandı. Hemen şurada dedi çok güzel bir saray, hangi bölümü okuduğunu sordum matematik dedi. Bir yandan da yürüyorduk yaklaşık yüz metre sonra yürüdüğümüz cadde üzerinde dışarıdan bakıldığında tuvaleti andıran bir kapıdan içeri girdi. Burası saraya giden kestirme bir yol dedi. Sanki gizli bir iple bizi kendisine bağlamıştı, mermerden tuvaleti andıran bir yapıdan içeri girdik. Çocuk, burası hamam dedi. İki adım ilerimizde küçük bir odanın girişinde yaşlıca bir kadın çömelerek oturmuştu, ne amaçla orada olduğu o kısacık sürede anlaşılmıyordu. En önde çocuk gidiyordu , arkasında ben vardım ve hemen ardımdan eşim geliyordu. Arkada dar bir yola açılan kapısız bu yapıdan dışarı çıktık. Çocuk saray için hemen ileride dedi. Sokak bir buçuk metre genişliğinde evler se kerpiçten yapılardı. Çocuğun konuşmasında bir tedirginlik hissettim ancak hala yürüyorduk. Yol hemen ileride sağa dönüyordu evlerin kapıları kapalıydı. Çocuğa çok kaldı mı diye sordum , çocuk hemen ilerde diye tekrar etti cümlesini , adımlarını hızlandırdı, sağ yola girerken , koyunların önünden giden çobanın ağıl kapısında bekleyerek son koyunun da içeriye girdiğinden emin olmak istemesi gibi bizi sağda ki yola soktu. Çocuk köşe başında telaşlı bir biçimde durdu, geri döndü benim işim var dedi ve hızlıca geriye giderken eşimin koluna çarptı, ben sağdaki yolda olduğumdan çocuğun hızlıca nereye gittiğini göremedim ama çocuk aniden gözlerden kayboldu. Ben nasıl bir durumun içinde olduğumuzu, bizi bekleyen gizemin ileride mı yoksa geride mi olduğunu anlamaya çalışıyorken Arapça bir bağırtı duyduk. Eşim, telaşla bu hiç hoş bir durum değil hadi dönelim dedi ve geldiğimiz yöne doğru hızlı adımlarla yürüdük.
Eşimin ellerini sıkıca tuttum, yürüdüğümüz yolun hemen sağında ki kapı kapalıydı yirmi metre ilerimizde sol taraftaki kapı ise birden açıldı. Yöresel kıyafetleriyle yaklaşık beş altı genç evden dışarı çıktı, hızlı adımlarla yanımızdan geçtiler ve biz tam o tuvalet benzeri yerden tekrar geri gitmek isterken arkadan bir ses duydum. Bizi getiren çocuk, gelirken kapalı olan evden dışarı çıktı, çocuklar da geriye döndü. koşarak senior,senior diye bağırarak bize doğru geliyordu, eşime çabuk dedim, hamam denilen yerden ana caddeye nihayet çıktık. Az ilerde sarayın önünde duran polislere doğru yürüdük. Yolun uzadığını görünce geri dönmek istedik , o esnada çocuk ta dışarı çıkmıştı yanımıza gelmek istedi, durdum, elimin işaret parmağını ona doğrultarak yolun karşısında olan çocukla hiç konuşmadan kızgın bir bakış attım. Çocuk uzaklaştı, Yüzüne dikkatlice baktığımda çenesinin alt tarafından kulağına doğru derin bir kesiğin dikiş izleri duruyordu, yüzündeki ifade ise avını kaçıran bir hayvanın yüz ifadesi gibiydi. Bu durumun sorumlusu bendim ve o gün akşama kadar kendime kızdım durdum. Bilmediğimiz bir şehir, bilmediğimiz insanlar çakallar , kurtlar ve koyunlar.
Siyah tenli Faslı genç, yöresel kıyafeti ve başında fesiyle kapıyı açarken Fransızca iyi akşamlar dedi, günümüzün nasıl geçtiğini sordu , yorgun bakislarimiz dan anlamış olmalı bir yandan da odamizin anahtarını getirmek için gitti, koca bir şehir de kendi kutularımız da huzur Bir yudum uyku oldu gözlerimizde.
Güneşin ışınları, avluya açılan pencerimizden odamıza doluşurken bizler henüz yarı uykuluyduk. Yorgun bedenlerimiz biraz daha uyku dileniyordu irademizden. Ilık bir duşun ardından, kuşların eşliğinde terasta kahvaltımızı yaptık. Güzel bir kahvaltı , iyi bir güne başlamak için herşey di. Çay tabağı büyüklüğünde krepler, arzuya göre omlet, naneyle karışık Fas çayı, reçeller ve peynir.
Valizlerimiz yeni bir yolculuk için hazırdı, terminale taksiyle yolculuğumuz kısa sürdü. Fas a ilk ulaştığımız gün çantamı unuttuğum otobüs durağı, aourzazet e gitmek için geldiğimiz bu terminalin önündeydi, İlginç bir anı olarak kaldı akıllarımızda.
Otobüs terminali, yetmişli yılları andırıyordu. Halk yerel kıyafetleriyle ellerinde poşetler, çantalar, torbalar dolusu eşyalar ile valizlerini bagaj görevlisine veriyordu. Bir taraftan da çığırtkan muavinler otobüslere, yakın köylere giden minibüslere daha fazla yolcu alabilmek için, boğazları yırtılırcasına bağırıyorlardı.
Etrafımda olan biteni izlerken hep aklımda tecrübe edindiğim ülkemin yaşantısıyla mukayese etmek vardı. Bir yanda Harem , bir yanda Diyarbakır gibiydi. İkisinde de bir curcuna bir mahşer telaşı.
Ülkenin her yanından insanlar kavuşmak istedikleri yerlerin yolcularıydı. Yaşadığımız hayatla benzerlik taşıyan bu şeyler bana o kadar şaşırtıcı gelmiyordu. İslam, terminal, valizler, torbalar , çığırtkan muavinler, su satmaya çalışan küçük çocuklar, bire beş almaya çalışan taksi şoförleri ve daha neler neler.
Valizimizi otobüs görevlisine teslim edince valizler için ayrı bir para ödememiz gerektiğini söyledi bir Euro'ya denk gelen 10 dirhemi ödedikten sonra ancak valizlerimizi bagaja yerleştirdi. Bagaj kısmının altı halı ile kaplanmıştı. Altmış lı yaşlarında ki yaşlı adam ağır valizleri sanki saman çuvalıymış gibi yerleştiriyordu. Bir ara göz göze geldik, işaret parmağımla onu işaret ettikten sonra pazılarımı göstererek güçlü olduğunu ima ettim. Gülümsedi ancak ne demek istediğimi anladı mı bilmiyorum.
Otobüste orta sıradaki kapının karşısına denk gelen koltuklara oturduk. Az sonra sekiz ya da dokuz yaşlarında küçük bir çocuk kucağında bir kaç su, gofret ve şekerleme ile önümüzde belirdi. Su aldık sonra kendisi yesin diye ona da bir gofret aldım fazladan bir kaç Dinar ödedim , gözleri gülümsedi. Fotoğraf çektirmek istedim ancak işaret parmağıni sağa sola sallayarak hayır dedi.
Beden dilini bu yaşta doğru bir şeyler için kullanmayı beceren bu çocuk ekmeğini kazanma derdinde otobüsten inerken, çocuğun sırtında ki yük canımı acıttı, Çocukluğum geldi aklıma, çocukluğun da bir çok şeyi yaşayamayacagi için üzüldüm ancak bir yandan da birçok insanın ulaşamayacağı hayat tecrübesine sahip olacağı için de mutlu oldum. Herşeyini, kendi cennetini, kendi elleriyle kuracaktı.
Otobüs çöl topraklarına doğru yolculuğa başlarken , bizi nelerin beklediğine dair hiç bir fikrim yoktu.
Kısa bir aradan sonra, fotoğraf çekme bahanesiyle hostes koltuğuna yürüdüm, şoför ellibeş yaşlarında vardı. Başına güneşten korunmak için oval, kamıştan bir şapka takmıştı. Gözleri içe çökmüş, yanak kemikleri belirgin , cılız bir adamdı. Fotoğraf makinamı göstererek, foto dedim ve o esnada da ön camdan dışarıyı işaret ettim. Adam ciddi bir tavırla Fransızca sadece '' evet'' dedi. Boş olan muavin koltuğuna oturdum, kıvrılan yollar, aşılan tepeler, her köşede yerel kıyafetleriyle Faslı insanlar ve onların topraktan evleri. Bir benden bir şoförden iki kelimeyle sunulan bir mükafat gibiydi, gittikçe göresim, gördükçe gidesim geldi,
Otobüs , doğal argan yağıyla meşhur olduğunu öğrendiğim bir köyde, restaurantın önünde durdu. Restaurant dediğim de aklınıza gelen şehirler arası yolculuklarda gördüğünüz tesisler gibi değil, küçük bir lokanta , girişi sağlı sollu ikiye ayrılmış, sağ tarafta kasap, sol tarafta içi közle dolu ızgara, etler günlük olarak orada satılmak için kesiliyor. Et istediğiniz miktara göre hemen hazır ızgara üzerinde pişirilerek biraz domates ve soğanla servis ediliyor. Izgara, üstü boş bir yarık alan, içine doldurulan odunlar yakılarak köz haline getiriliyor, piknik ızgaralarına yerleştirilen et ve sebze birlikte pişirilerek servis ediliyor. Izgaralar biriken et ve yağ yanığından neredeyse kapkaraydı. Bir çok kişi ki bunlardan biri de eşim , o izgaralarda pişen eti sağlıklı olmadığını düşünerek yemezdi, haksız da değildi ancak ben bizi bekleyen yolu ve restaurantin açık kapısından içeriye doluşan duman ve et kokusunu fırsat bilerek yedim etin en alasından.
Dunyanin neresine giderseniz gidin, değişen diller ve toplumlar ve onların yaşamlarıyla birlikte evrilen kültürleri, geçen yüzmilyon yıllara rağmen ateşin dokunduğu etin lezzetini değiştirmiyor,
Domates her yerde aynı domates ve maydanoz her yerde aynı tat.
Yemeği yedikten sonra yakınımda ki insanların yaşam biçimlerini gözlemlemek için restaurantin dışına çıkarken eşim Fas çayıyla bir kekin keyfini çıkarıyordu. Bir adam yanaştı, Argan dedi, Argan saf Argan , Marakeste, Fransız hotel sahibesi in götürdüğü Fas kültürüne ait neredeyse herşeyi toptan satan bir dükkanda alış veriş yapmış ve orada meşhur Argan yağını özel şişelerinde biraz pahalıya almıştık, buna rağmen hemen yirmi metre ilerde adamın işaret ettiği dükkanı görebildiğim için adamın peşine takılıp gittim, otobüs şoförünün verdiği aranın ne kadar olduğunu bilmiyordum adama, otobüs dedim ve saati işaret ettim , adam rahat bir şekilde bozuk ispanyolcasıyla hala zamanın olduğunu söyledi, dükkanda iki kadın vardı, kadınlardan biri iyi ingilizcesiyle arganin ne olduğunu hem gösterdi hem anlattı. Argan badem boyutlarında, kestane kabuğu görünümünde bir şeydi. Hem yenilen hem de vücut ve masaj yağı olarak kullanılan iki türde hazırlanarak satılıyordu, buğdayı öğütmek için kullanılan değirmen taşlarının küçük versiyonları gibi yerlerde öğütülen Argan çekirdekleri çiğ olunca masaj veya vücut için, közlenmiş Argan çekirdeğinden se kahvaltıda zeytin yağı gibi yemek için kullanılıyordu.
Otobüse binmeye çalışan yolcuları görünce, kadına teşekkür edip dükkandan elim boş döndüm, eşim restaurantın önünde beni bekliyordu. Yerlerimize oturduk, eşim kolumu sarmaladı, başını omuzuma yasladı, gözleri pencereden uzaklara bakıyordu. Saçına bir buse kondurdum, Fonda eski bir Fransız şarkısı çalıyordu.
Faruk Nafiz Çamlıbel in Han duvarları şiirinden alıntı yaptığım sözler en güzel biçimiyle duygularimi ifade ediyordu.
"Ellerim takılırken rüzgârların saçına
Asıldı arabamız bir dağın yamacına.
Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık,
Yalnız arabacının dudağında bir ıslık!
Bu ıslıkla uzayan, dönen kıvrılan yollar,
Uykuya varmış gibi görünen yılan yollar
Başını kaldırarak boşluğu dinliyordu.
Gökler bulutlanıyor, rüzgâr serinliyordu.
Serpilmeye başladı bir yağmur ince ince.
Son yokuş noktasından düzlüğe çevrilince
Nihayetsiz bir ova ağarttı benzimizi.
Yollar bir şerit gibi ufka bağladı bizi.
Gurbet beni muttasıl çekiyordu kendine.
Yol, hep yol, daima yol... Bitmiyor düzlük yine.
Ne civarda bir köy var, ne bir evin hayali,
Sonunda ademdir diyor insana yolun hali,
Arasıra geçiyor bir atlı, iki yayan.
Bozuk düzen taşların üstünde tıkırdıyan
Tekerlekler yollara bir şeyler anlatıyor,
Uzun yollar bu sesten silkinerek yatıyor...
Kendimi kaptırarak tekerleğin sesine
Uzanmış kalmışım yaylının şiltesine."
Hikmet IŞIN ( Fas Günleri )
Yorumlar
Yorum Gönder